Küba… Her sokağı bir ezgi, her duvarı bir anlatı. Trinidad’da güne başlamak, bir zaman makinesine binmek gibi. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürürken insan sadece yürümüyor; bir dönemin içine süzülüyor.
Trinidad’da, sabahın erken saatlerinde karşılaştığım iki sokak müzisyeniyle zaman durdu. Biri gitar çalıyor, diğeri elleriyle ritim tutuyordu. Müzik öylesine içtendi ki, o anın tanığı değil, parçası oldum. Küba’da müzik dinlenmez, hissedilir.
Bu şehir, kulağa karışan notaları kadar bakışlara da hikâye anlatıyor. Her yüz kırışığı, her evin rengi, her ritim geçmişten izler taşıyor.
Direnişin Rayları: Santa Clara ve Devrim Treni
Trinidad’dan sonra rotamı kuzeye, Santa Clara‘ya çevirdim. Burası sadece bir şehir değil, Küba Devrimi’nin dönüm noktası. Ve karşımda, zamanın pasıyla örtülmüş ama tarihsel önemiyle parlayan o tren vagonu duruyordu: “Comando N°1 CING COMB A.”
1958’in Aralık ayında Che Guevara liderliğindeki birlikler, Batista rejiminin silah ve asker taşıyan bu zırhlı treni raydan çıkardı. İşte o müdahale, devrimin kaderini değiştirdi. Bugün Santa Clara’da, o durdurulan tren hâlâ yerinde duruyor. Dokunduğunuzda tarih ellerinize bulaşıyor.
Tren sadece bir ulaşım aracı değil; devrimin rayları olmuş adeta. İçine girdiğinizde Che’nin gözüyle bakıyorsunuz her şeye. İdeallerin ve kararlılığın nelere kadir olabileceğini hissediyorsunuz.
Havana’da Sakinlik: Hotel Nacional
Yolculuğun son durağı ise Havana oldu. Şehrin siluetini tam karşıdan gören Hotel Nacional de Cuba, adeta Küba’nın geçmişine açılan bir pencere. 1930’larda açılan bu tarihi otel, hem Hollywood yıldızlarına hem de devrimcilere ev sahipliği yapmış.
Burada, verandada otururken Trinidad’daki müzisyenleri ve Santa Clara’daki treni düşündüm. Her biri farklı ama birleştikleri bir nokta var: anlam. Küba’da yüzeyin altına baktığınızda, her şeyin bir sesi var. Sadece kulakla değil, kalple duyuluyor.