Pazar, Ağustos 10, 2025
Ana SayfaKültür SanatIşık ile Karanlığın Arasında: Mani'nin İnancı

Işık ile Karanlığın Arasında: Mani’nin İnancı

Yalnızlık fikrine hassasız. Belki de topluluk halinde yaşama içgüsüyle hareket ediyoruz. Toplumsal değerlerin çizdiği sınırlara güvenli alan gözüyle bakıyor ve bu sınırların içinde kalabileceğimiz fikirlerin peşinden koşuyoruz. Din olgusu ise kollarını kapatmadan bekliyor bizi. Yakında birilerini görmeye her ihtiyaç duyulduğu anda “biz” diliyle konuşan insanlar karşılıyor bizi. Bireysel her terk ediş, din kavramının varlığını yeryüzünden silmeyecek. Uğruna bunca savaşlar çıkmasının sebebi de bu. Tanrı’ya ulaşma, bir üstünlük meselesi olduğu ve yeryüzünde daha fazla yer kaplama ile ilişkilendirildiği sürece bizden olmayanlara her türlü baskıyı mubah sayacağız.

Amin Maalouf’un Işık Bahçeleri eserinde, alıştığımız din olgusu dışında bir inanç sistemi tarihsel kurmaca üzerinden anlatılır. Kitap hakkında konuşmadan önce bu başarılı yazarı kısmen tanıtmak istiyorum: 1949’da Beyrut’ta doğan Maalouf, 1976’da iç savaş sebebiyle Paris’e yerleşmiştir. Anadili Arapça olmasına rağmen tüm eserlerini Fransızca kaleme almıştır. Romandan denemeye, gazetecilikten opera librettosuna uzanan birçok türde eseri bulunan çok yönlü bir yazardır. Edebiyatını sıklıkla “etnik kimlik” üzerinden sergileyen yazarın belki de en önemli başarılarından birisi Fransız Akademisi’ne seçilmesidir. Fransız Akademisi (Académie Française), 1635’te Kardinal Richelieu tarafından kurulmuş, Fransız Enstitüsü altında yer alan, beş akademiden biridir ve dilin kullanımından sorumludur. Algılandığının aksine bir dil polisi değil, dilin kullanımını kayda geçiren ve devamında sözlük hazırlayan bir uzman konumundadır. Akademi 40 üyeden oluşur ve ilginç olan kısmı şudur ki, üyelikler ömür boyudur. Artık hayatta olmayan üyenin yerine, Daimi Sekreter’e başvuran adaylar arasından en çok oy alan kişi seçilir. Maalouf ise 28 Eylül 2023’ten beri Hélène Carrère d’Encausse’un kaybıyla birlikte Daimi Sekreter olarak akademide yer almaktadır.

Tarihsel bir kurmaca üzerinden ilerleyen kitaba baktığımızda, 3. yüzyıl Mezopotamya’sında dini lider olarak seçildiğini beyan eden Mani’nin, dönemin iktidarlarıyla çatışmasını ve bir araya gelmesine tanıklık ediyoruz. Bulunduğu dönem Hıristiyanlığın parlak zamanlarına, İsa’nın ölümünden iki yüzyıl sonrasına karşılık gelmektedir. Karakterlerden ziyade fikirlerin savaşını görüyoruz eserde -ki Mani açısından buna savaş demek de doğru olmayacaktır. Savaşın içerisinde hoşgörü peygamberi olma çabasındadır. “Hepimizde aynı Tanrısal kıvılcım var, o ne bir soya, ne herhangi bir kasta aittir; ne erkek, ne kadındır; herkes onu güzellikle, bilgiyle beslesin ki parlasın; insanı yücelten içindeki Işık’tır,” diyerek evrensel bir inancın varlığını sunar insanlığa.

Mani’nin hayatı aslında bundan daha önce başlar. Babası Pattig, annesi kendisine hamileyken Ak Giysililer olarak bilinen tarikata katılır. Ak Giysililer denilmesinin sebebi, yalnızca beyaz kıyafetler giymeleri. Ayrıca tarikat üyelerinin kadınlarla zaman geçirmesi ve sanatla ilgilenmeleri yasak, yalnızca bazı kitapların okunmasına izin verilir. Baba Pattig yasak yüzünden hamile eşini terk eder ve yıllar sonra tarikat lideri Sittay, çocuğun kendi aralarına katılmasını emredince Pattig zorla çocuğu tarikata getirir. Artık Ak Giysililer’indir Mani. Bir yere ait olmuştur belki ama içerisindeki eksiklik gün geçtikçe artmaktadır. Bu süreçte tarikattan Malkos, onunla arkadaşlık yapar. Günler geçip giderken hayatında bir dönüm noktası olur: “İkizim” dediği içsel rehberiyle genç yaşta iletişime geçer. Hayatının sonuna kadar tüm kararlarını içsel rehberiyle konuşmaları neticesinde verir. Mani’nin hayatında bunun gibi birçok dönüm noktası olur: Köy pazarına giderken Yunan bir köylünün harabesinde duvara işlenmiş resimler görür ve içinde bunu tamir etmek için karşı konulamaz bir istek duyar. Resmi tamir ettikten sonra aynı kişi değildir artık. “Yiyecekleri pis-temiz diye ayırmak hurafedir; insanları pis-temiz diye ayırmak aptallıktır, her yerde, her şeyde, her birimizin içinde Aydınlık ve Karanlık yan yanadır,” diyerek evrensel bir öğreti kurmak amacıyla yirmili yaşlarında da Ak Giysililer’i terk eder. Üstelik öğretisini Arzang denilen resimlerle yayma niyetindedir, çünkü resim evrensel bir dildir Mani’ye göre.

Mani, yollara düşer ve öğretisini halktan her kesime anlatmaya başlar. Dinlerin insanları ayrıştıran söylemlerine sert bir şekilde karşı çıkar: “Bazen merak ediyorum, sırf Tanrı’yı kötü göstermek için, acaba şeytan mı yolluyor dinleri yeryüzüne!”

İyi ve kötü ayrımı yapmaz Mani, ışık ile karanlığın mücadelesini anlatır ve hepimiz hem karanlık, hem de ışığın kendisiyizdir ona göre. Geçimini zor sağlayan halk için bu sözler umut vaat eder, çünkü ilk defa birisi, onların hükümdarlarla eşit olduğunu savunmaktadır. Dönemin Sasani Hükümdarı Şahpur’un dikkatini çeker bu söylemler. Mani’yle görüşmeleri sonunda onu korumayı görev edinir Şahpur. Bununla birlikte Mani, ruhban sınıfının ileri gelenlerinden Kerdir’in öfkesini de üzerine çeker. Siyasetin değişen dengesinde Kerdir’in nüfuzu artar ve Mani’yi dünyadan yasaklamayı kendisine görev edinir. Artan baskılar sebebiyle Mani zindana atılır, yaşamının kalan günlerini destekçilerinin ziyaretleriyle geçirir. Mani en ihtişamlı günleri gördüğü gibi, yaşamın en çileli zamanlarını da geçirir. Öğretisinde dediği gibi, ışığı ve karanlığı deneyimler. Kendisine, inandığı dini sorduklarında da, “Hem bütün dinlerdenim, hem de hiçbirinden. Bir soya ya da aşirete mensup olur gibi bir dine ait olmayı öğretmişler insanlara. Ben de onlara diyorum ki, size yalan söylemişler. Her inançtaki, her düşüncedeki ışıklı özü bulup artıkları bulup atmayı öğrenin. Benim yoluma girenler ister Ahura-Mazda’ya, ister Mitra’ya, ister İsa’ya, ister Buda’ya yakarsın. Kuracağım mabetlere herkes kendi dualarıyla gelecek,” der.

Mani’nin öğretisi belki de bazı coğrafyalarda varlığını hakkıyla sürdürüyor. Bizim coğrafyamızda ise yalnızca adı kaldı sonu “-izm”le biten kelimelerin yanında. Büyük dinlerin yanına yaklaşamıyor bizim için –ki inandığımız dışındakilerle de pek ilgilenmiyoruz.

İlginçtir ki şu anda dine ilişkin anlam verilemeyen birçok noktaya da değiniyor Mani:

“Her halkın yasa bildiği, Tanrı’nın emri dediği âdetleri vardır. Tanrı’nın emri her halk için farklı mıdır? Gerçek şu ki, Tanrı’nın buyruğu hakkında, Tanrı hakkında, adı, görüntüsü, vasıfları hakkında hiçbir bilgimiz yok. İnsanlar Tanrı’ya sayısız isim yakıştırır, hepsi hem doğrudur, hem yanlış. O’nun bir adı olsa bizim kelimelerimizle yazılamaz, ağzımızla söylenemezdi. Zengin ve kudretli mi derler Tanrı için? Zenginlik ve kudret, insanlar içindir, yoksa Tanrı katında hiçbir anlamın yoktur. O’nun arzularından, korkularından, öfkelerinden, huylarından dem vururlar. Kimilerine göre bir heykeli kıskandığı, bir harekete kızdığı olurmuş, konuşmamızdan, hapşırmamızdan, giyinmemizden, soyunmamızdan alınırmış.”

Dine dair birçok yakıştırmanın insan eliyle yapıldığını söylüyor Mani. Dinlerin reddedilmeden bütünlük kuracağı ve düşmanlıkların biteceğini umut ediyor. Kendi açımızdan bakarsak, dine ihtiyaç duyuyoruz gibi görünüyor. Ya da en azından bir şeylere inanmaya. Ama görünen o ki, en çok da o inancı devam ettirecek ateşli savunuculara. Mani’nin naifliği kendisi var olduğu sürece kıtaları aştı ama varlığı yeryüzünden silinince havaya hoş bir nağme olarak karıştı. Şimdilerde ise yazarın belirttiği gibi “Manicilik” olarak dilimizde kaldı. Din uğruna savaşların varlığını haklı kılmaz ama anlaşılabilir geliyor bu bakış açısından.

Derdimiz Tanrı’yı tanıtmak değil, hiçbir zaman olmadı da. Sadece unutulmaktan ödümüz kopuyor. Ölümü yalnız başımıza göğüslemekten, zaferlerimize çılgın naralar atacak insanlar bulamamaktan ve son nefesimizde bir başımıza kalmaktan korkuyoruz. Birinin, elini üstümüzden çekmediğini bilmeye ihtiyacımız var. İnsana özgü eylemlerde bazen yücelik timsali amaçlar aramaya da gerek yok, en karanlık korkularımızı bile yüceltebiliyoruz nasıl olsa ve yaşamaya devam ediyoruz. Mani’nin döneminden beri değişen bir şey yok aslında: Liderler varlığına dini temeller sunuyor ve herkes kendinden olanı övüyor. Hakaretin en büyük göstergesi de kendinden olmayana öfke beslemek. Daha da kötüsü, öfke meşrulaştırılıyor.

Bu karanlık döngünün içerisindeyken bize dayatılan dini temellerle başka çıkmazlar içerisinde buluyoruz kendimizi: Neden Tanrı bunlara “dur” demiyor?

Mani’nin buna da bir cevabı var:

“Aynı anda hem Rahman, hem Kadir-i Mutlak nasıl olabilir? Cüzamı ve savaşı da O mu yarattı? Çocukları öldüren, masumlara eziyet eden de O mu? Karanlıkları ve karanlığın efendisini de O mu yarattı? Şeytanın var olmasına ses çıkarmadı mı? Bir hareketiyle onu yok edebilecek olsa niye yapmasın bunu? Karanlığı yok etmek istemiyorsa Rahman ve Rahim değil demektir; yok, istiyor da yapamıyorsa o zaman da Kadir-i Mutlak değildir… O, yaratıcılığı insana emanet etti. Karanlığın gücünü azaltmak, ilk başta insanın görevidir.”

Mani’nin, döneminin aydını olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır fikrimce. Din olgusunun insanlar tarafından en dipsiz karanlıklara destekçi atanacağını fark etmiştir. Ülke yönetiminden ve bürokrasiden ne kadar uzak kalmaya çalışsa da başaramamıştır, tıpkı din olgusunun yapamayacağı gibi. İnsanlık var olduğu sürece en vahşi fikirlerine bile alkış tutan insanlar arayacak, bu yolculukta da diğer insanları din etrafında birleştirmekten geri durmayacaktır. Kendinize sorun ve sorgulanamaz denilse bile çelişkileri aramaktan çekinmeyin. Böylelikle size daha rahat bir hayat vaat edilmiyor, aksine alıştığınız kurallar yıkıldığı için rahatsız hissedeceksiniz. “Fakat…” diyerek karşılığında alacağınız mükâfatlardan da bahsetmeyeceğim. Muhtemelen içinizde bir şeylerin yıkılmasının karşılığı hangi ödül olursa olsun, bunları hatırlayacaksınız.

Diyeceğim şu: Yaşam bir arayıştan ibaret. Aramanız gerekeni başkasının söylemesine izin vermeyin.

Son olarak, ilgilenenler için Mani’nin resim kitabı, özgün Arzang kayıp. Günümüze eksiksiz bir nüshası ulaşmadı, ancak Arzang’ın öğretici resim geleneği Orta Asya ve Çin’de kopyalanarak yıllarca uygulandığı için dönemin eserlerinde örneklerini görmek mümkün.

Merve Yazar
Merve Yazar
Merve Yazar, Psikolojik Danışma ve Rehberlik alanında akademisyen olarak görev yapmaktadır. Gerek akademik, gerek bireysel olarak varoluş ve anlam üzerine okumayı ve araştırmayı seven yazar için, kelimeler yalnızca birer araç değil, iç dünyasının dışavurumudur. Yazmayı "kendisi ve dünyayla kurduğu en sahici bağ" olarak tanımlayan yazar, bu durumu, "Ne zaman ki içimden geçenler kelimelere dökülür, işte o zaman gerçekten var olduğumu hissederim," şeklinde yorumlamaktadır. Yazarken hem kendisini, hem de başkalarını yeniden inşa eden yazar; her cümleyle biraz daha "kendisi" olur. Akademik üretkenliğin ötesinde, hayatı anlamlandırma yolculuğunda kalemi en büyük rehberi olan yazar için "yazma" eylemi sadece bir eylem biçimi değil, doğrudan varoluş biçimidir.
DİĞER HABERLER

en çok okunanlar