Mavi ile yeşilin kucaklaştığı bir koy içine kümelenmiş şirin bir kasaba. Farklı yerlerden gelip bu şirin kenti yurt edinmiş insanlar. Farklılıklarına karşın dostça yaşayan mutlu insanların yaşadığı bir yer. Kasabanın doğal güzelliği ve insanların birbirlerine sevgi ve saygısı burayı cennet yapmaya yetmiş.
Denizi de bir o kadar güzel ve göz alıcı. Sanki tüm deniz canlıları anlaşmışçasına bu koyda yaşıyor. Sahildeki birkaç balık lokantası buraya ayrı bir güzellik katıyor. Küçük bir iskele ve balıkçı tekneleri.
İskelenin hemen altına kayabalıkları ev sahipliği yapar sanki. Ziyaretçileri hiç eksik olmaz; çipura, istavrit, levrek, kefal, sarpa, ahtapot ve midye de yerlilerden.
Akşam olunca sahil ve balıkçı lokantaları şenlenmeye başlar. Balıklar sipariş verilir, kadehler neşe ile kalkar.
Şerefe!
Bu şölenin değişmezleri de keman, ut ve buna eşlik eden darbuka. Genç yaşlı, her yaştan kadın erkek içkilerini keziz balıklarla yudumlarlar.
Balıkların söyleşileri daha bir neşeli. Bazen sürü halinde bir gösteriye çıkarlar, bazen diğer balıklarla söyleşiler, bazen de gösteri yarışına girerler. Kayabalığının sıkı dostlarından birisi de sevimli sarpadır. Sık sık söyleşir, diğer balıklardan, yosunlardan konuşurlar. Sarpanın garip bir huyu vardır; her şeyi merak eder, sorar, neden, niçinlerle kayabalığını bazen kızdırma derecesine getirir. Sıkça merak ettiği de denizin dışındaki yaşamdır. Kayabalığını da en çok kızdıran soru budur.
“Dışarıyı fazla merak etme, bizim yaşamımız burası…”
“Ama, görmek istiyorum, ne zararı var!” diye ısrarlar sonucu kızgınlıkla konu geçiştirilir.
Yine bir gün aynı soru ile karşılaşınca, “Bak,” der, “sana anlatayım, iyi dinle, bir daha da bu soruyu sorma. Bir gün buraya balıkçının biri ağ atmıştı, diğer balıklarla birlikte ben de ağa takılmışım. Bizi yukarı çektiler, ağdan balıkları çıkarıp ayırdılar, birkaç tanesini hemen o an bir ateş üzerindeki bir tavaya koyup pişirdiler ve yediler. Beni de ‘bu yenmez’ deyip tekrar denize attılar, birkaç kez çırpındıktan sonra kendime geldim. O günden beri hep dikkatli olurum. Yukarı çıktığında, yukardaki insan canlıları seni pişirip yerler, anladın mı?”
Sarpa pek anlamışa benzemiyordu ama, anladım dercesine başını salladı. Yine de aklı yukarıdaydı.
Güzel, ılık bir akşamüzeri kasabanın müdavimleri balıkçı lokantalarına gelmeye başlamışlardı. Mezeler söylenmiş, balıklar sipariş edilmişti. Ut çalan da aletin akordunu yapmaya hazırlanıyordu. Genellikle müziğe ağır ezgilerle başlayıp insanlar içkilerini yudumlamaya başladıktan sonra repertuara geçerler. Lokantanın sahile en yakın masalarından birinde bir kadın ve ileri yaşta bir erkek de hem konuşuyor, hem de içkilerini yudumluyorlar. Ut çalan adam, giriş taksimini geçmiş, şarkılara başlamıştı bile. Ut çalan adam da masasındaki içki kadehinden bir yudum çektikten sonra hem çalıp hem söylemeye başladı, bu ikiliye nazire yaparcasına:
“Ben gamlı hazan sense bahar
Dinle de vazgeç
Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç
Olmaz meleğim böyle bir aşk bende vakit geç”…
“Yaa usta, şöyle neşeli bir şeyler çal da eğlenelim,” diye müziği kesti. Lokantanın sahibinin sesi ile başlarını o yöne çevirdiler, müzik de sustu ve söyleyen de o tarafa bakmaya başladı.
“Kısmete bak, akşamın kısmeti, kendi gelen. İskelenin orada bir kıpırtı gördüm, baktım bir balık suyun üstüne zıplayıp geziniyor, kaptım kepçeyi yakaladım, iri bir sarpa,” dedi, yaşlı erkekle kadına dönerek, “Sizin kısmetinize, şimdi pişirip size getireceğim.”
“Teşekkür ederim,” dedi yaşlı adam, “Balık niyetlenmiş arkadaş, ‘rakı şişesinde balık olsam,’ demiş. Eyvallah.”