Cevat Turan’ın üçüncü şiir kitabı Çoklu Yalnızlıklar, Ekim 2013’te yayımlandı. İlk kitabı Usuldan Bir Hüzün‘ü 2005 yılında yayımlayan Turan, üç yıl sonra ikinci kitabı Gözlerine Sakla Beni‘yle çıkmıştı okuyucu karşısına; o günden bugüne geçen zamansal aralıkta yayımladığı tek öykü kitabını (İnsanın Üşüdüğü Yer, 2010) saymazsak, beş yıl sonra okuyucuyla tekrar buluşmuş oluyor.
Çoklu Yalnızlıklar‘da şiir çizgisini biçemsel düzlemde koruyan şairin, tematik açıdan önceki kitaplarını bütünlediğini söylemek de mümkün. Gerek Usuldan Bir Hüzün‘de, gerek Gözlerine Sakla Beni‘de yer yer toplumsal bir söyleme dönüşen ‘bireysel ileti’nin bu kitapta da devam etmesi bir yana, burada bütünleyici olanın kitabın adında saklı olduğunu düşünebiliriz. Çünkü ‘çoklu yalnızlıklar’ tamlaması, bizim şiirimizde daha çok ‘çoğul/tekil’ sıfatlarıyla birlikte kullanılırken, Cevat Turan’da yalnızlığın ‘katmanlaşmış hali’nden ziyade, yalnızlığın ‘aşkınlığı’ ve ‘değişkenliği’ne gönderme yapılmış gibi görünüyor; böylelikle okuyucuya, hemen her şiirde, çağın trajedisini tepeden tırnağa, bütün hücrelerine değin duyumsayan bireyin iç âlemindeki yıkımına tanıklık etmek kalıyor.
Şair, bir önceki şiir kitabı Gözlerine Sakla Beni‘nin önsözünde ‘neden şiir yazdığı’nı –şiirsel bir üslupla– şöyle gerekçelendirmişti:
“Ben; şiir yazmakla, yıldızların arasındaki mesafeyi ölçüyorum hayallerimin terazisinde her akşam, sizden bunu saklıyorum. Bir de varsıl ile yoksul arasındaki uzaklığın hüzünlü kıvranışını çiziyorum dizelerin en gizil yerlerine. Yurdumuzun üzerine çöreklenen karanlığın ve açlığın büyüyen ağzını gösteriyorum size, dönüp sırtınızı, gidiyorsunuz!.. Anasının kucağında öldürülen çocukların yasını tutuyorum iki savaş arasında, yanı başımızda. Yakıyor yüreğimin yeşil yapraklarını bombaların alkımı. Ağız dolusu haykıramadıklarımın acısını sözcüklerden soruyorum. Siz bunu bilmiyorsunuz… Ben yazarken kendimden kaçıyorum, kendim benden kaçıyor. Her gün yüreğimde yer değiştiriyor yalnızlık, tutunamıyorum. (…) Sahte ve yapmacık gülüşlerin boğucu yalnızlaşması içinde, her şeyi yeniden sorgulama gücü veriyor bana şiir. Sığınacak bir saçak altı oluyor yalan ve ihanetlerden üşüdükçe. Yazınca ben oluyorum. (…)”
Yukarıdaki alıntıdan da tahmin edilebileceği gibi, Turan’ın toplumsal duyarlılığı gençlik yıllarında sosyalist hareketin içinde yer almasından kaynaklanıyor. Ne var ki şiir poetikasını böylesi bir eksene oturtmamış, ülkemizde 1950’lerde yaygınlaşıp Türk edebiyatını ve İkinci Yeni’yi baştan başa etkileyen varoluşçu öğeleri rehber edinerek oluşturmayı tercih etmiştir. [1] Sözgelimi, Turan’ın şiirleri, Cansever’in şiirlerinde gözlemlenen ‘yabancılaşma’ ve ‘yaşamın saçmalığı’ gibi unsurlar ya da Uyar’ın şiirlerinde görülebilecek –Uyar, her ne kadar varoluşçuluğu nihayetinde bir ‘düşünce macerası’ olarak tanımlasa da– ‘ölüm’, ‘bireyin umutsuzluğu’ ve ‘abluka altına alınması’ gibi izlekleriyle benzerlik taşıyor. Nitekim bu akıma ilişkin ne kadar kavram varsa (köklerinden koparılma/dünyaya atılma/yabancılaşma, toplumla uyumsuzluk, yaşamın anlamsızlığı, yalnızlık, mutsuzluk, intihar, ölüm, nihilizm vb.) Turan’ın şiirlerinde de apaçık görülüyor.
Kayıp ev
Sabaha karşı uykusunda “Thanks!” sözcüğünü fısıldayarak ölen Heidegger’e göre ‘ev’, “[…] insanın dünyada ve varlık içinde temel bulunma biçimidir. Bu temel biçim, fiziksel evin ev olarak ortaya çıkışının [da bir] önkoşuludur. Dünyada otantik biçimde yaşamadıkça, fiziksel ev yersizdir. Heidegger bize, dünyada sadece bulunmak ile eylenmek-yaşamak arasındaki temel farkları göstererek köklerimizle tekrar nasıl buluşacağımızı, özlemimizi nasıl gidereceğimizin yolunu işaretliyor.” [2] Heidegger’in bunu ‘yolculuk’la, yolculuğu da varlığın ‘olagelmesi’yle betimleyişi, Sartre’da ‘Varlık, özden önce gelir ve kendi özünü kendi biçimlendirir’ önermesinde ifadesini buluyor. [3]
Bu kanaldan çıkıp ‘mekânsal/uzamsal’ düzlemde sözü edebiyatımıza getirdiğimizde ilk akla gelenler; Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki soyut ve gizemli ülkesi, Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnû‘daki Adnan Bey’in yalısı, Tevfik Fikret’in Âşiyan’ı, Ziya Osman Saba’nın “Beyaz Ev”i [4], Ahmet Haşim’in ütopik “O Belde”si ve tabii ki Behçet Necatigil’in “Evler”idir. Yakın dönem edebiyatımızda da Haydar Ergülen’den Orhan Pamuk’a ve Abdülkadir Budak’a değin üzerinde en çok durulan metaforlardan biridir ev teması.
Bu durum Cevat Turan’ın Çoklu Yalnızlıkları‘nda da çıkıyor karşımıza: Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü Kan Unutmaz başlığının ardından “İnsan Yorgun Evlere Benzer” şiiriyle açılıyor. ‘İnsan’la ‘ev’ arasında koşutluk kurularak, ‘ev’ metaforu, şairin ruh halinin varlık alanı olarak ona yüklediği anlamın yansıması şeklinde vücut buluyor; bir başka deyişle, insandan alınıp eve verilen özellikler, tersine çevrilip tekrar insana yansıtılıyor. Şaire göre, belki de insanı ‘yoran’, kendisinden kaynaklanan ‘sığlığı’dır: “İnsan yorgun evlere benzer/ İçinde yaşadıklarını bırakmalı dışarı/ Her odasında ayrı bir iz geçmişten/ Her kapısı ayrı yere çıkmalı” (s. 12). Devamla, “Dökülür zamanla yüzünün sırrı/ Avlusunda suyu kurur kuyunun” demesini de, tıpkı ‘evler’ gibi ‘insan’ın da bir ‘değişim’ içinde olduğuna vurgu yapmasıyla açıklayabiliriz sanırım. Eğer birey değişmemekte ‘ısrar’ ederse, zorunlu olarak şairin saptamasıyla karşılaşacaktır çünkü: “yorulur her odada kendine rastlamaktan”. Şiirden anladığımız, varlığın yaşamsal alandaki ‘hacmi’nin kapladığı alanla ‘ölçülebilir’, insanın varlıksal olasılığının kişinin kendisini ‘gerçekleştirmesi’yle orantılı olduğudur. Çünkü Turan, bize, varoluşun ne kişisel ‘geçmişte’, ne de ‘belirsiz gelecekte saklı’ olabileceğini, ancak –’şimdi’nin ışığında– ‘ömrünün tartısından bakılabildiği’ müddetçe görülebileceğini işaret ediyor şiirin devamında.
Kuşkusuz buradaki ev metaforu, fiziksel mekândan çok, dünya üzerinde yaşayan bütün varlıkların ‘evreni’dir. Bu nedenle ‘yolculuk’ mecburi, ‘yalnızlık’ kaçınılmazdır. Bu kendini gerçekleştirme yolculuğunda, çaresizliğe düşüp bunalmak da vardır, bir başına kalıp yorgun düşmek de. Kuantum düşüncesiyle birlikte evrenin ‘sınırları’ genişledikçe, belirsizlik, olasılık ve göreceliğin hâkim olduğu bir dünyaya ‘fırlatılan’ insanlığın payına da, kendi duygularından bile emin olamayacağı, herkese şüpheyle bakıp her şeyden korku duyacağı bir ‘tanımlanamazlık’ histerisi düşecekti. İnsana atfedilen değerlerin yeniden gözden geçirildiği bu ‘belirsizlik ortamı’nda, doğaldır ki ‘varlıklar’a da farklı anlamlar yüklenecek; sözgelimi ‘dünyanın, neden uzayda bu kadar yalnız ve kederli’ olduğu sorgulanacak, ya da ‘geceye kuytulanan sokağın, sağanak halinde bulaşıcı bir yalnızlığa’ açıldığı vurgulanacaktı (“Yüzünün Harmanında”). Mesela ayrılık, ‘kendinden başka her şeye benzeyecek’ (“Her Şeye Benzer Ayrılık”); gelmek, ‘gitmekle kurgulanacak’ (“Aramızda Keskin Kılıç”); sevgilinin yakınlığı kâh ‘kocaman bir uğultu’ya dönüşürken, kâh ‘sustukça denizleri susturacak’ (“Çoklu Yalnızlıklar”); ölüm, ‘insanın kendini her gün darağacında sınayacağı’ bir şey olacak (“Yasını Tutacağım”); hayat, ‘dört duvar’ arasında yaşanacaktı artık (“Tarumar”). Galata yalnız, toprak mayınlı, ağaçlar tutsak; sözcükler, ekmekler, düşler yarım kalacaktı. İnsanlar yorulacak, güneş yorulacak; denizler, ülkeler, kentler yorulacaktı. Sonrasını da yine Cevat Turan söyleyecekti bize: “Sonrası yoktur kayıp ruhun izinde/ Aslında sen de yoksun/ Bahar da yok çocuklar da” diyecek ve başından beri anlattığım travmanın son noktasını koyacaktı: “Kimse yok oysa/ Herkes kendi kapısına yabancı” (“Toplayın Çocukları”).
Çünkü ‘ruh’ da kayıptı artık, ‘ev’ de.
Korkuyla yaşamak
Heidegger’in ‘otantik yaşama’ kavramı, –kabaca söylersek– insanın ‘şeyler’le karşılaşması ve bir arada bulunmasını imliyor. Ne var ki teknolojinin egemen olduğu bir dünyada bu mümkün değil. Kapitalizmin var olan her şeyi metalaştırması sonucu, uzaklık, yakınlık, yer ve tanıdıklık gibi kavramlar da eski anlamlarını yitirdi. Yaşadığımız çağda aslolan, ‘şeyler’in ‘kendisi’ değil, fonksiyonel yapısı artık. Toplumsal üretimden alınan payın küçüklüğü ve bireyin ekonomik, bürokratik kuşatılmışlığı da hesaba katıldığında ortaya çıkan tablo, kuşkusuz biraz daha vahimleşiyor: kaygılı, tedirgin ve kendini değersiz hisseden bir insanlık profili.
Çoklu Yalnızlıklar‘ı dikkatle okuyanlar görür ki, insan hemen her şeyden korkan bir varlıktır: yalnız kalmaktan, hasta olmaktan, küçük düşmekten, sevgilinin gitmesinden, çocukların ölmesinden, acı çekmekten, hata yapmaktan, konuşmaktan/susmaktan, açlıktan, üşümekten, ölmekten… Ancak, ‘evrenin bilinmezliğinde’ her şeyden bu denli korkan ve kaygı duyan bir varlık, nasıl olur da sorgulamadan, derin bir ‘kayıtsızlık’ içinde yaşamını sürdürmeye devam eder? Sözgelimi, ‘kuşatılmış yalnızlığının sevimsiz ve korkak’ olduğunun nasıl ayırdına varamaz; ‘unutulanların uzun ayrılıklarda kalmış bir yüreğin ölümü’ olduğunu; ‘ölümün yoksul bir düş gibi bilinmeze bir çizgi’ çektiğini nasıl hatırlamazlar?
Belki bunun nedeni, Cevat Turan gibi dünyaya ‘negatif’ bir gözle bakmak yerine, sanki her şey iyiye gidiyormuşçasına ‘pozitif’ bir gözle bakmalarıdır. Öyle ki, Çoklu Yalnızlıklar‘da sözcük istatistiği yapan bir okuyucu, ‘varlık/varolagelmek’ gibi sözcüklerin sayısının hepitopu 14, ‘yokluk hali’nin ise 39 olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır. Sözgelimi, ‘karanlık’, ‘akşam’ ve ‘gece’ sözcüklerinin toplamı 35’ken, ‘gün/güneş’, ‘sabah’ ve ‘aydınlık’ sözcüklerinin toplamının 28 olduğunu görecektir. Ya da, ‘gitmek’ fiili 11 kez kullanılırken, gelmek ve kalmak fiilinin toplamda 5 kez –üstelik negatif anlamda– kullanıldığını fark edecektir.
Çünkü Turan’da ‘olumsuzlanan’ bütün sözcükler, temelde ‘varlığı’ ‘yokluk’ üzerinden tanımlama çabasıdır; aslında bu tutum, Heidegger’in, ‘hiçliğin, varlıkların Varlığına ait olduğu’ [5] düşüncesine yönelik bilinçli bir yaklaşımdır. Dahası, ‘varlıkla yokluk aynıdır, birbirlerine aittir’ önermesi, ‘varlığın zemini’nin ‘hiçlik’ –ya da ‘yokluk’– olduğu anlamına gelir. Bu da ifadesini ‘korku’da bulur. Gerçekten de ‘hiçlikle karşılaşma ânı’nın önkoşulu, kişinin ölümlü bir varlık olduğu gerçeğini her daim aklında tutmasıyla mümkündür. Turan’ın gençlik yıllarında yazıp orta yaşlarda yayımladığı ilk şiir kitabı Usuldan Bir Hüzün‘de gözlemlenen ‘yitirme/kaybetme’ ve ‘mağlubiyet’ duyguları sosyolojik açıdan yorumlanabilecek temalarken, sonraki kitabı Gözlerine Sakla Beni‘nin tematik açıdan ‘duyusal’ bir varoluşçuluğa kaydığını; Çoklu Yalnızlıklar‘da ise –biçimsel yapının da değişmesiyle– felsefi bir düzleme oturduğunu söyleyebiliriz.
Şairin şiir anlayışına yönelik buradaki yorumlama girişimini belki bazıları oldukça iddialı bulacaktır. Ama alelade bir aşk şiiriymiş gibi kurulan şu mısralar, tesadüfen yazılmış olabilir mi, burada takdiri okuyucuya bırakıyorum:
“Biliyorsun
Bu kentti meydanlarında sana büyüttüğüm isyanım
Yokluğunda
Kendimi darağacında her gün sınadığım
Ve her gece ölüme gide gele komşu yaşadığım
Kendimsiz dolaştığım bir çığlıktı ışığını çoktan tüketmiş
Damıttım acının en büyüğünü bedenime
Ve yarının şafağında yok gibi var olduğum” (“Yasını Tutacağım”)
Aynı şiirin devamı da sanki başından beri genel hatlarını çizmeye çalıştığım anlayışı doğrular gibidir:
“Gidiyorum
Masamda yarım kalan sözcükler
Uğultusudur açılan oysa büyük kapısı yalnızlığın”
Turan’ın şiirlerinde mısra aralarına gizlenen ‘duvar’ metaforuna da değinip sözü daha ilginç bir noktaya getirerek bağlayacağım yazıyı:
[…]
“Güz dönmesi yalnızlığın öte yüzü yeryüzü
Dökülen çaba kaybedilen solgun soluk
Konuşur tüm varlıklar duyulmaz olur sözü”
[…]
“Kanımdan kaçsam hücremden
Ya belki de kendimden
Böyle hayat dört duvar” (“Tarumar”)
Çoklu Yalnızlıklar‘ın merkezinde duran, ‘açık ya da örtük’ bir görünüme bürünüp, bir belirip bir kaybolan ‘korku’dur. Kendine özgü dilleriyle konuşup bize kendilerini serimlemeye çalışan ‘varlıkların sözü’, kişinin elleriyle çizdiği sınırlar yüzünden görülmez/duyulmaz olur; bu da ‘duvar’ metaforuyla simgeleşen bir ‘sıkışıklığa’ sürükler insanı. Turan’da sıklıkla karşılaşılan ‘kuşatılmışlığın’ sebebi de budur. Kitabın ithaf bölümünün “Aklının ve yüreğinin mahpushanesinde yaşamayanlara” ayrılması da yine bunla açıklanabilir.
Şairin şiir evrenini oluşturan ve şu âna dek dile getirdiğim ‘yalnızlık’, ‘ayrılık’, ‘yenilmek’, ‘gitmek/kalmak’, ‘yorgunluk’, ‘ölüm’, ‘yokluk’ gibi imgelere ilaveten, ‘uzaklık/yakınlık’, ‘unutmak/unutulmak’, ‘sır/giz’, ‘aramak/kaybolmak’ gibi metaforları da anımsamak yerinde olacaktır. Bu çok ilginç bir noktadır; çünkü sözü edilen sözcük ve imgeler hemen her şiirde mevcuttur. Ama daha ilginci, bu metaforların kitaptaki şiir adlarına bile sirayet etmiş olmasıdır. Birkaçını sıralıyorum: “Gitmekle Kalmak Arası”, “Uzak Yalnızlık”, “Yalnız Başak”, “Yalnız Kadınlar”, “Her Şeye Benzer Ayrılık”, “Aranan”, “Belirsiz”, “Yok”, “Kan Unutmaz”, “Sır”, “Kaybedenler”…
Sadece şiir adlarına bakmak bile, dikkatli bir okuyucuya, Turan’ın şiir serüveninin geldiği noktayı göstermesi bakımından önemli ipuçları verecektir.
Kaygının kronikleşmesi
Özetle: Cevat Turan mutsuzdur, yapayalnız ve umutsuzdur. Tıpkı Turgut Uyar gibi bu çağın insanına özgü ‘kaygı durumunun aşılamaz olduğu’ inancındadır. [6] Belki de bu durum, şu an için böyledir; metnin başında vurguladığım ‘kendini gerçekleştirme’ hali, durağan bir eylem değil, hareket halinde olan ve sürekli devinen bir süreç çünkü.
Turan’ın bir sonraki kitabında şiir serüveninin nasıl bir noktaya evrileceğini açıkçası merak ediyorum: Heidegger gibi ‘düşünce’ doygunluğuyla Tanrı’ya ‘şükretmek’le mi yetinecek, yoksa şiirine farklı bir yön mü verecek?
Birlikte göreceğiz.
Referans ve dipnotlar:
[1] Varoluşçu felsefenin Türk edebiyatında konuşulup tartışıldığı en önemli süreli yayınlardan birisi a dergisidir. Dergide; Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar, İlhan Berk gibi İkinci Yeni şairleriyle birlikte, Ahmet Oktay, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz gibi varoluşçu felsefenin çeşitli etkilerini gösteren isimler çeşitli edebi eserleriyle yer alırlar. (Mustafa Kurt, “Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve İlk Etkileri”)
[2] Ertuğrul Rufayi Turan, “Heidegger ve Ev”, Mimarlık dergisi, Sayı: 260, 1994.
[3] Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk, Çeviren: Asım Bezirci, Say Yayınları, 1985.
[4] Özlem Fedai, “Ziya Osman Saba ve Sabri Esat Siyavuşgil’in Şiirlerinde Aidiyet Duygusu ve Mekân Düşüncesi”.
[5] Ölüm ve Felsefe, “Hiçlik Üzerine ve Varlığın Anlamı Üzerine Heidegger”, Peter Kraus, İthaki Yayınları, 2006.
[6] Tahir Abacı, “Edip, Turgut, Cemal…”, Akatalpa, Mart 2013, Sayı: 159. Abacı’nın ifadesi tam olarak şöyle: “Turgut Uyar, yirminci yüzyılda kimi Avrupalı düşünürlerin (Kierkegaard, Heidegger, Sartre, Camus vd.) kuramsallaştırdığı kaygı (angst)–umutsuzluk–varoluş (existence) –varlık / aşkın varlık (sein-dasein) gibi olguları bizim edebiyatımızda somutlayan en prototip temsilci sayılabilir. Toplandılar‘ın hem Turgut Uyar’ın somut hayata en fazla sokulduğu şiirlerinin toplamı olarak, hem de bu göze alışa rağmen onun açısından ‘sıkıntı/kaygı’ olgusunun aşılamaz oluşunu kesin biçimde ortaya koymak bakımından ayrı bir önemi var.”